“Algılamak acı çekmektir.”
Aristoteles
Popüler kültürde sıkça telaffuz edilen “empati” kelimesinin günlük hayattaki kullanım amacına hizmet eden en yakın kavramlar başkasını anlamak, anlayış göstermek, hoşgörülü olmak tanımlarıyla ifade edilebilir. Tam olarak ne anlama sahip olduğunu anlamak için kökenine indiğimizdeyse kelimenin Almancadaki ‘einfühlung’ ve eski Yunancadaki ‘empathia’ olmak üzere iki farklı dilden türediğini görüyoruz.
Einfühlung: 20. Yüzyılın başlarında Rudolph Lotz ve Wilhem Wundt tarafından kullanılan bu kelime daha sonraları ‘miş gibi davranmak’ ifadesi ile kendini bulmuştur. Kelimenin anlamı ‘iç dünyanın taklit edilmesi’ olarak vurgulanmıştır. Einfühlung kelimesi ile anlatılmak istenen ‘bir şey içerisindeki bir hissin başkası tarafından ifade edilmesi’ iken İngilizce’ye ‘empathy’ şeklinde ‘ile birlikte hissetmek’ şeklinde çevrilmiştir. (Allison ve Thagard’dan aktaran Ertürk, 2010)
Empathia: Bu kelimeyi oluşturan ‘em’in anlamı; içinde ya da içerisinde; ‘patia’nın anlam karşılığı ise hissetme ya da algılamadır. (Ertürk, 2010)
Empati, kullanıldığı sıklık çerçevesinde zaman içinde farklı tanımlamalara maruz kalmış bir kavram. Öztürk, empati ile alakalı yapılmış olan bu çok çeşitli tanımlamaları göz önünde bulundurarak bir gruplandırma oluşturmuş:
- Başkasının yerine koymak,
- Başkası gibi hissetmek,
- Başkasının duygularının, heyecanlarının ve davranışlarının farkında oluş,
- Başkasının algısını, düşüncelerini, duygularını, tutumlarını ve özelliklerini anlayabilme çabası,
- Başkasının zihinsel yaşantısının, bakış açısının kavranması,
- Başkasının yaşayış ve düşüncesine dahil olmak, iştirak.
Adler (2013) “İnsan Doğasını Anlamak” adlı eserinde empatiyi bir yetenek olarak tanımlar: “Ruhun yalnızca gerçekte var olanları algılama yeteneği yoktur, aynı zamanda gelecekte olanları hissetme ve tahmin etme yeteneği vardır. Bu öngörünün işlevine önemli bir katkıdır ve hareket etme yeteceğine sahip her organizma için gereklidir; zira böyle bir organizma sürekli ayarlamalar yapmak zorundadır. Biz bu yeteneği özdeşleşme ya da empati olarak adlandırmaktayız. İnsanlarda bu özellik müthiş derecede gelişkindir. Öyle boyutlara ulaşmıştır ki ruhsal yaşamın her köşesinde ona rastlamak mümkündür.”
“İnsan ilişkilerinde empati bir lüks değildir. İhtiyaç ve karakterlerimizdeki farklılıklarımızı düşünürsek, izlediğimiz yolda anlaşma sağlayabilmek için empatiye ihtiyaç vardır.”
Adam Morton
Gelişimsel ve sosyal psikolojide empatiye dair yapılmış tanımlar da kişinin başkalarının duygu, perspektif ve durumlarını anlama ve duygu durumlarını deneyimleme yeteneklerini kapsar. İki işlevsel bileşene sahip bu yeteneği, bilişsel açıdan yaklaşıldığında “karşısındakini anlamak”, duygusal açıdan ele alındığında ise “karşısındakinin hissettiğini hissetmek” olarak tanımlamak mümkün. Yeteneğe sahip olup bunu gösterememek durumunda mutlak bir empatiden bahsetmek mümkün değil. Karşısındakini anlayan ya da hissettiklerini hissedebilen bir birey bunu karşısındaki ile paylaşmalı ve gösterebilmelidir de.
“Ne zaman ipin üstünde yürüyen bir akrobat görsem, kendimi onun yerinde hissediyorum.”
Theodor Lipps
Empati Çağı’nın yazarı Frans de Waal’in (2014) konuya yaklaşımı daha farklıdır. Waal, empatinin başlangıç noktasını bedensel uyuma çeker:
“Empati (duygudaşlığın) ve sempatinin (anlayışın) başladığı nokta tam olarak burasıdır; yoksa hayal gücümüzün derinlikleri ya da bir başkasının yerinde biz olsaydık nasıl hissedebileceğimizi bilinçli bir şekilde kurguladığımız düşünce yeteceğimiz değildir. Bedenlerin eş zamanlı uyumu, düşünülenden daha basit bir şekilde başlar. Diğerleri koşarken koşmak, diğerleri gülerken gülmek, diğerleri ağlarken ağlamak ya da diğerleri esnerken esnemek gibi.” Buna bağlı olarak De Waal, bir yerde uyum ve benzerlik varsa -esneme, gülme, dans etme ya da taklit etme gibi hangi davranıştan kaynaklanıyor olursa olsun- orada sosyal bağların ve birleşmenin olduğunu savunur.
Disiplinler arası farklılık gösteren belirsiz bir kavram olmasına rağmen empatiyi önemli kılan birincil unsur doğumdan ölüme insan ilişkilerinde çok hassas bir rolü olmasıdır. Kişilerarası ilişkilerde saldırganlığı önlediği gibi, bir toplumu var eden ahlaki gelişimin de mihenk taşlarındandır.
Empatinin insan ilişkilerinde “kendi-öteki” ayrımının yapılmasındaki rolü de önemlidir. Empati kabiliyetinin mevcut olması halinde kişi karşısındakinin kendine has duygu, düşünce, arzu ve karakteristiklerinin var olduğu konusunda farkındalığa sahip olduğu için sınırlar bellidir. (Coplan ve Goldie, 2014) Her duyguda olduğu gibi empatinin de dereceleri vardır. Sınırların birbirine geçtiği ve empatinin en üst dereceye ulaştığı durumlarda aşırı empatiden doğan olumsuzluklardan bahsedebilirken, empati yoksunu bir kişi için diğer insanların çektiği acının hiç mi hiç önemi olmadığını görürüz. Empatiyi direkt olarak iyi bir insan olma ile eş tutamasak da empati yoksunu birinin iyi biri olma ihtimali yok denecek kadar azdır. Bu çıkarsamadan yola çıkarak empati yoksunu kişiliğe sahip insanları şu şekilde gruplayabiliriz:
- Psikopatlar
- Seri katiller
- Soykırımcı diktatörler
- Hırsızlar
- Pedofiller
- İşkenceciler
- Dayakçı ebeveyn ve eşler
Her insanın içerisinde empati yoksunu olma potansiyeli olduğunu varsayarsak empati yoksunluğunu sadece bu gruplara atfetmek pek de doğru olmaz. Nitekim kendi çıkarlarımız söz konusu olduğunda empati yeteneğimizden uzaklaşmak an meselesidir. Aynı şekilde alkol, yorgunluk ve depresyon empatiyi geçici olarak azaltabilir. İşte bu yüzden yaşadığımız çağda önemli mevkilerde bulunan, empati yoksunu bir sürü insanın var olduğu muhakkak. Bunun yanı sıra şizofreni gibi psikotik bozuklukların da empatiyi azaltan tıbbi koşullar olduğundan bahsedebiliriz.
Empati kavramını yakın çağda detaylı biçimde araştırmış isimlerden biri Simon Baron-Cohen’dir. Baron-Cohen (2012) insan ilişkilerinde var olan zulmü kötülük değil “empati erozyonu” (aşınması) olarak tanımlar. Önerdiği empati çemberinde oluşan herhangi bir aksamanın zulme ve gaddarlığa yol açtığını savunur:
Empati Çemberi (Simon Baron-Cohen)
İnsan beyni açısından ele alındığına empati oluşumunda rol oynadığı varsayılan yapı ve yapılandırmalar, amigdala, ventral striyatum (beynin ödüllendirme merkezi), hipotalamus ve orbitofrontal kortekste yer alan iletişim ağıdır. Son yıllarda yapılmış nörobilişsel araştırmalar empatiyi vurgulayan sinir sistemine ait bazı mekanizmaları ortaya çıkarmaya başlamıştır. Korku gibi belirli bir duygudan sorumlu sinir sisteminin sağlam/bozulmamış olması halinde empatik tepki duygudaş kaygı ve hatta merhamete yol açmaktadır. Bu sürecin çökmesi ise psikopati ile ilişkilendirilmiştir. Korkusuz tabiata sahip psikopatlar, karşısındakinin korkusunu anlayamadıkları gibi, sempati ve merhametten yoksundurlar. Bu davranışın bir açıklaması psikopatların amigdala ve sempatik sinir sistem hareketlerinde artış meydana gelmemesine bağlıdır. (Marsh, 2014)
“İçimdeki Psikopat” isimli kitabında empati, beyin ve psikopati üçlüsüne dair yaptığı çalışmaları paylaşan James Fallon’un (2014) bulguları da beyin-empati, empati yoksunluğu-psikopati ilişkisini destekler cinsten. Bu çalışmalarda ortaya çıkan sonuç, katillerin beyinlerinde ortak olan şeyin, -genel olarak öz-denetim ile empatiyle ilişkilendirilen- frontal ve temporal loblardaki belli bölgelerde görülen nadir ve korku verici bir düşük beyin işlevi örgüsü olduğudur. Empatik yoksunluğun psikopatlıkla ilişkilendirilmesini son derece yerinde bulan Fallon’a göre psikopatların çoğu şiddete meyilli olmasalar dahi karşılarındaki bireylere sıklıkla duygusuz ve neredeyse donuk bir şekilde davranırlar ve hiçbir şey umurlarında değildir.
Psikopatlar başkalarının gereksinimlerinin ne olduğunu anlayabilecek bilişsel kapasiteye sahip olmalarına rağmen, kurbanlarının çektiği acıyla zerre kadar ilgilenmezler. Duyarlılıktan yoksundurlar. Beyaz perdede var olan, empati yoksunu kült karakterlerin başını hiç kuşkusuz Anthony Hopkins’in Kuzuların Sessizliği filminde canlandırdığı doktor Hannibal Lecter çeker. Kurgu karakter Hannibal, kurbanının beynini canlı canlı yerken ne kadar umursamaz ve duygusuzsa gerçek hayatta pek çok kadını kaçırıp tecavüz eden, öldüren ve öldürdükten sonra bir daha tecavüz eden Ted Bundy, bir o kadar genç erkeği öldüren, tecavüz eden, parçalara ayırdıktan sonra cesetlerin bir kısmını yiyen Jeffrey Dahmer, kadın kurbanlarını önce boğan daha sonra karınlarını deşen, kimilerinin iç organlarını alan Karındeşen Jack de en az Lecter kadar empati yoksunuydular.
“Hiçbir zaman pişmanlık duymayan, diğer insanların hissettikleri empati ya da aşkı hiçbir zaman hissedemeyen bu katiller kendi karanlık dünyalarında yaşadılar… Ta ki bir yanları vazgeçene, intihar edene ya da tutuklanmak için arkalarında polisi kendilerine yönlendirecek bir sürü delil bırakana kadar.”
Joel Norris
Empati ilişkisinde ‘kişi’ ve ‘karşısındaki kişi’ olmak üzere iki taraftan bahsederken, söz konusu empati yoksunluğu olduğunda ‘karşısındaki’ olarak adlandırdığımız muhatap canlı bir varlıktan ziyade bir obje haline dönüşür. Norris (1989) seri katil profili tanımında bu durumu çok güzel ifade eder: “Seri katillerin çoğu yaptıklarının kısmen farkındadırlar ve kurbanlarını totemik birer objeye dönüştürdükleri için işledikleri cinayetleri de hayal meyal hatırlarlar.”
“Elimde ölü bir beden var. İnsanlar buraya girdiğimi gördüler. Bunu nasıl dışarı çıkaracağım? İç içe iki poşete koyup ya da çarşafa sararak mı çıkarsam? Ne kadar küçük olursa o kadar iyi olacağına karar verdim. Cesedi doğrayarak parçalara ayırdım, bir kısmını buzdolabına doldurdum, bağırsakları boş araziye attım, parçaları rastgele bir oraya bir buraya fırlattım. Korkmuştum.”
İsimsiz bir seri katilin itirafı
Seri katillerin geçmişleri çocukluklarında hayvanlara uyguladıkları işkencelerle doludur. (Schechter ve Everitt, 1997) İşledikleri cinayetlerin çoğu sadistik izler taşır. Yani kurbanlarını bir anda öldürmek yerine acı çekmelerini izlemekten hoşlanırlar. Seri katillerin hemen hepsi dağılmış ailelerden geldikleri, yetersiz ebeveynlik gördükleri ya da aile içi şiddet yaşamış oldukları için genel olarak çoğu çocukluklarında fiziksel ve duygusal tacize uğramışlardır. Bu tarz aile yapılarında aile bireyleri arasında olası bir empatinin varlığından söz etmek bir hayli zor. Bu çerçeveden bakarak empatiyi öğretilen ve öğrenilen bir olgu olarak kabul ettiğimizde, varlığını sadece bedensel bir bozukluk (nature) olarak görmek yerine yetişme koşullarına da (nurture) bağlı değerlendirmek yerinde olacaktır.
Tanımların birçoğunda yetenek olma özelliği ön plana çıksa da Zaki ve Ochsner (2014) karşısındakinin içsel durumunu anlamanın ve tepki vermenin insanların birçoğu için yetenekten ziyade bir meşguliyet olduğunu savunur. Aynı ikilinin Dunbar’dan yaptıkları alıntıya göre diğer insanlar hakkında düşünmeye ve konuşmaya muazzam bir enerji harcıyoruz. Bu enerjinin olması gerektiğinden fazla harcanması durumunda aşırı uçta bir empatinin varlığı meydana geliyor. Baron-Cohen’in “Aşırı Empati” (super-empathy) olarak adlandırdığı bu hal pek de tercih edilir bir durum değil. Başkasının sıkıntısından dolayı sürekli sıkıntı duyan ve aşırı fedakârlık gösteren biri bir müddet sonra kendi ihtiyaçlarını göremez hale gelebiliyor. Yine Baron-Cohen’e göre sürekli başkasının iç dünyasını düşünmek, karşısındakini üzmemek ya da hayal kırıklığına uğratmamak adına kişiyi kendi hayallerini kovalamak ve rekabetçi davranmaktan da alıkoyabiliyor.
Empatik duyarlılığın aşırıya kaçması pozitif duygulardan ziyade negatif duygularla eşleşen bir durum olduğu için olumsuz duygulanımlarla karşılaşan kişi, depresif bir hal alıyor ve bu da karşılığında olumsuz duygulanım algısını daha fazla arttırıyor. Böylece içinden çıkılması güç bir “fasit çember” oluşuyor. Çemberde tutsak kalanı bekleyen durum ise belli: Acı ve tükenmişlik.
Reynolds’a göre (2017) dizginlenemeyen empatinin insan ilişkilerinde güven sarsıcı bir rolü de var. Kişi, karşısındakinin duygularını tamamen içine aldığında onu daha iyi hissettirmek için problemleri çözme ihtiyacı duyar. Fakat eğer karşısındaki kişi herhangi bir yardım talep etmiyorsa bu müdaheleci tavırdan dolayı kendini zayıf ve küçümsenmiş hissedebileceği için niyet ne olursa olsun davranışı saygısız ve itici bulabilir. Sonuç olarak aradaki güven unsuru kuvvetlenmenin aksine zayıflar.
Nihayet başlık sorusuna geri dönüp yeniden sorarsak:
Empatiye sahip olmak ya da olmamak?
Cevap Baron-Cohen’in metaforunda apaçık ortada: Kendisi empatiyi çok amaçlı bir çözücüye benzetmiş. Ona göre empatiye batırılan hiçbir problemin çözülmeme ihtimali yok. Yani empati şart ama miktarında hassas ve dikkatli olmak gerek. Sonuçta bir kimyasal çözücünün de fazlası ölümcüldür öyle değil mi?
Klinik Psikolog Şehnaz Tuna
KAYNAKÇA
- Adler, A. (2013). İnsan doğasını anlamak. İzmir: İlya.
- Baron-Cohen, S. (2012). The science of evil. On empathy and the origins of cruelty. New York: Basic.
- Coplan, A. ve Goldie, P. (2014). Empathy. Philosophical and psychological perspectives. New York: Oxford.
- De Waal, F. (2014). Empati çağı. Daha anlayışlı bir toplum için doğadan dersler. (K. Yılmaz, Çev.) Ankara: Akılçelen.
- Ertürk, Y. D. (Ed.) (2010). Halkla ilişkilerin iletişim öznesi. Empati. İstanbul: Derin.
- Fallon, J. (2014). İçimdeki psikopat. Beynin karanlık tarafına yolculuk. (A. C. Altunkanat, Çev.) İstanbul: Yabancı.
- Linden, W. ve Hewitt. P. L. (2013). Klinik psikoloji. Bir modern sağlık alanı. (M. Şahin, Çev.) Ankara: Nobel.
- Marsh, A. A. (2014). Empathy and Compassion. A Cognitive Neuroscience Perspective. J. Decety (Ed.), Empathy. From bench to bedside (ss. 191-206). Londra: MIT.
- Norris, J. (1989). Serial killers. New York: Anchor.
- Reynolds, M. (2017). Can you have too much empathy? When empathy breaks instead of builds trust. 3 Haziran 2018, https://www.psychologytoday.com/us/blog/wander-woman/201704/can-you-have-too-much-empathy
- Schechter, H. ve Everitt, D. (1997). The a-z encyclopedia of serial killers. New York: Pocket.
- Zaki, J. ve Ochsner, K. (2014). The Cognitive Neuroscience of Sharing and Understanding Others. J. Decety (Ed.), Empathy. From bench to bedside (ss. 207-226). Londra: MIT
Kl. Psk. Şehnaz Tuna
4 Haziran 2018