Kafamın içinde eli baltalı bir cüce var da, olanca gücüyle vuruyor sanki beynimin yerine kurulmuş o kaya parçasına. O kadar güçlü bir ağrı. Sakar darbelerle balta bir kayaya çarpıyor, bir kafatasımın duvarlarına. Zonk... Zonk... Zonk... Belki de beynim bir anda taşa döndü gerçekten de? ‘Kendine gel  siye! Beynin taş olsa tüm bunları nasıl düşüneceksin?’ 

Sussun şu şarkı da artık. Dilime değil, zihnime dolandı kaldı. Melodisindeki hiçbir nota detone olmaksızın yankılanıyor kafatasımın duvarlarında: “Gün ağarınca kalkamaz birden, o yattığı sert kuru yerinden. Bir baş ağrısı ense kökünden. Acır kendine başlar yeniden. Her kadehte bin isyan şahlanır. Bir isim bir aşk daha silinir yine gönlünden.” Neydi sözlerin devamı?... 

Sabahları geç uyanmak için her gece sımsıkı kapadığım yatak odası perdemi örtmeyi becerememişim belli ki. Aralıktan sızan ışık ayak ucuma kadar gelmiş. Gün ağarmış olmalı. Ağarmış da saat kaç? Akşamüstüne kadar uyudum mu yoksa yine? Saat de yok ki bakayım. Cep telefonum nerede? Pas tutmuş demir tadıyla sıvalı dilim damağıma yapışmış, ağzımın içi kupkuru. Tükürük bezlerim günlerdir çalışmamış gibi. Başımın zonklamasından mı bilmiyorum, midem bir yudum suyu içine alamayacak kadar bulanıyor. ‘Sakin ol  siye. Derin nefes al! Hatta burundan al, ağızdan...’ Yok yok! Tam tersi olacaktı. Ağzımdan alıp burnumdan vermeliydim nefesi. Annem hep öyle derdi. Mide bulantısına ilaçsız en iyi çareymiş… 

Dün gece neler olduğunu hatırlamam lazım ama beynimi zorladıkça zonklama daha da şiddetleniyor gibi hissediyorum. Kafam iyice külçeleşti. En iyisi bir müddet böyle yatmak. Tepeye bakıyorum hiç hareket etmeden. Kireç beyazı boyanmış tavanıma asılı, içi tek tük ölü sinek dolmuş, sağ köşesi çatlamış lambam da tanıdık. Neyse ki şu an kendi odamdayım en azından. Bu iyi. Perdelerimi ve lambamı gördüğüme bu kadar sevineceğim aklıma gelmezdi. Yavaşça kalkmayı denesem? Yok... Beşikte sallanır gibi oluyorum kafamı kaldırır kaldırmaz. Kussam rahatlar mıyım acaba? Kusmak korkutuyor beni. Baş dönmesi de. On iki yaşımda beynimde tümör teşhis edildiği zaman da kusuyordum hep çünkü. Başım da dönüyordu sık sık. Sonra bir gün ben ne olup bittiğini anlayamadan alelacele ameliyata almışlardı. Ameliyattan sonra bayağı uzun bir müddet yatmam gerekmişti. Yataktan kalkacağım o ilk gün annem, “Uzun süre yattıktan sonra önce kafanı kaldırmalısın yavaşça. Daha sonra bedenini. Ani kalkma ki başın dönmesin.” demişti bir yandan sırtımdan destekleyerek. Nedense bunu hatırlayıverdim şimdi. Başım döndü diye belki de... Hoşuma gitmişti annemin o hafif  dokunuşu ve beni düşündüğüne dair sarf edilmiş toplasan altı yedi kelime. 

Hadi bir gayret!...
Yok! Mümkün değil. Kafamı sadece bir karış kaldırabildim. Deminkinden daha da beter; fıldır fıldır dönüyor odamın küf sarısı boyalı duvarları çevremde. Sanki oda oda değil de dönme dolap. Ya da dev dalgalı denizde gitmeye çalışan bir transatlantiğin kamarasındayım ben. Kafam karmakarışık ama hayal gücüm yerinde maşallah. Kafamın içinde kaya kıran eli sopalı cüce, beşik, şimdi de bu transatlantik...

“Her tüketilmiş sarhoş geceden. Tek şey anımsar eski günlerden.” Bu şarkı da lanetli mi ne?  Mısra mısra aklıma gelmeye devam ediyor. Üstelik düşünmek istemedikçe beynimi daha da çok işgal ediyor sanki. Gerçi bir yandan da hatırlamaya çalışıyorum sözlerin devamını elimde olmadan. Ne biçim ikilem bu! Beni bu dünyada en iyi anlayan insan olan psikoloğumun anlattığı “Mor Fil Düşünmeme” deneyi gibi. Birine ‘Mor fil haricinde her şey düşünebilirsin.’ talimatı verildiğinde kişi kendine engel olamadan sadece mor bir fil resmediyormuş zihninde. Hayal gücünün beyne isyanı. “Bir çift mahzun göz, uysal hüzünlü. Biraz kaderci, ürkek, çekingen...” Gözlerini hatırladım şimdi bir anda. Sinsi bakışlarını. Mahzun falan değildi onun gözleri. Çekik ve tatar bakışları sinsiydi. Derin deniz mavisi gözleri öyle bir içine işlerdi ki insanın uzun süre bakamazdınız gözlerinin içine. Yandan cetvelle çizilmişçesine düzgün ayrılmış saçları, düzenli yaptığı spordan dolayı gelişmiş vücudu ile her kadını istediği anda fethedebilen kahraman doktor İsmail Bey! Beynimdeki tümörü ameliyat edip, beni ölümden kurtarmış beyaz gömlekli prensim… Masallardaki beyaz atlı prens gibi. Diğer kadınlardan farksız ben de âşık olmuştum ona. Her gördüğümde kalbim boğazımda atar, midem alt üst olurdu. Kurtarıcısına âşık olan saf genç kız... Sonra ne oldu? Büyük bir kâbus. Benimle değil annemle sevgili oldular. Onun kadın versiyonu gibiydi annem. O da istediği erkeği etkileyecek güzelliğe sahip bir kadındı. Ne müthiş uyum! Hayallerim darmadağın oldu. Benim “beyaz gömlekli prensim” annemin “tatar gözlü sevgilisi İsmail” oluvermişti. Şimdiki  siye olsam o gözlerini oyardım senin İsmail! Arkadaşına, “Gözüm ondan başkasını görmüyor” dediğini duymuştum bir defasında annemin. Görmedin de anne! Beni ne zaman gördün ki? Duygularımı hiç anlamadın.

Huylanarak üzerime çektim babaannemden kalma, sert kırçıllı, mavi battaniyeyi. Altında kaybolmak istedim gözlerimi kapadığımda. Battaniye çıplak vücudumu dalıyor. Ve ben şu anda çok rahatsızım... 

On altı yaşımın sıradan, kasvetli, yalnız gecelerinden biriydi annem kapıma vurarak odama girdiğinde. 
“Biraz konuşalım mı?” 
“Çok mu önemli? Uykum var.” dedim, adımın anlamına yakışan âsi bir tavırla yorganı üstüme çekerek. Kafamı yatağa gömdüm. İyice bastırdım. Nefes almam zorlaşmıştı. Yatağın uyku sinmiş kokusu midemi kaldırırken hayatındaki adamın İsmail olduğunu bana şu an itiraf edeceğini biliyordum (O sabah arkadaşıyla gizlice konuşurken duymuştum zaten) ve bunu da damdan düşer gibi söyleyeceğinden emindim. Her istediğini bencilce, kendi istediği zaman ve şekilde söyleyip yaptı annem. Ameliyatımın hemen ertesinde, daha henüz nekahet sürecindeyken beni hastane odasında bırakıp gitmemiş miydi? Neden? İşi için. Ne işiyse? Çok önemli iş kadınıydı sanki! Canım babam bakmıştı bana. Bir dediğimi iki etmeden. Aradan üç sene geçti ve ben hala alışamadım onun ölümüne... Yokluğuna... Keşke şimdi bu kapıdan annem yerine babam girseydi de kucaklasaydı beni sımsıkı. Gittiği uzak yerlerden yetişip kıvrılıverseydi yanıma da uyusaydı benle eskiden yaptığımız gibi. Keşke onun yerine annem... “Her an koşardı canı yürekten. Ne zaman isteyip arasa en uzak yerlerden.” Pes artık ama! Yeter! Bu şarkı bulduğu ilk aralıktan yılan gibi beynimin içine süzülüyor sürekli. Çıldırmam an meselesi. Yine kapadım gözlerimi. Bu sefer daha da sıkı kapadım ki anılarımla aramıza hiçbir şey giremesin diye. Keşke beynimin bir şalteri olsa da şak diye indirsem sırf şu şarkıdan kurtulmak için. Zihnime hükmüm yok!

Beni umursamadan devam etti: “ siye babana olan sevgini ve onu ne kadar özlediğini biliyorum. Ama ben de artık daha fazla yalnız kalmak istemiyorum.” Cevap vermedim. Burnumu bastırdığım çarşafın arasından zar zor nefes almaya devam ediyor, bu konuşmanın bir an önce bitmesini ve odamdan çıkıp gitmesini istiyordum. “Senden daha fazla saklamak istemiyorum. Onayın da çok önemli benim için.” 

Hah! Kimi kandırıyorsun anne sen ya? Ben senin, sırf tutucu ailen uygun görüp istedi diye evlendiğin ve hiçbir zaman çok sevmediğin bir adamdan dünyaya getirdiğin, varlığımdan dolayı ‘gençliğini yaşayamadığın’ kızınım. Bunu da teyzeme söylerken duymuştum. Şimdi benim onayım önemli mi oldu senin için? Yine o meşhur ağlamayla karışık gülme krizime sokma istersen beni. Babam öldü ama arkasında beni bıraktı. Sırtında koca bir çuval yük gibi. Sanki çok umurundaydım. Bunu hiçbir zaman açıkça söyleyemedin tabii ki bana. Ama ben hep biliyordum işin asıl yüzünü. Koyduğun isimden belli.  siye! Kim gider de minicik kızına “isyânkar” ve “üzüntülü” anlamına gelen bir isim koyar. Şimdi de kendi kendine ilgili anneymiş gibi davranıyor bana. Cevap bile vermedim sana o gece. Duymak istemiyordum daha fazla bir şey. Ümitsizce bir omuz silktim sadece. Sessizce ağlayarak gözyaşlarımı içime akıtmıştım. Canım acımıştı çok...

Bir iki ay sonra “O” yaşamaya başladı bizimle. Annemin tatar gözlüsü. Beynimle oynayan adam. Şimdi bütün bu kafa karışıklıklarımın sebebi o belki de. Annemi benden alan sinsi adam. Acaba babam yaşarken de ilişkileri var mıydı? O zaman çok ufaktım, bilemezdim ki... Belki de babamı onlar öldürdüler beraber olmak için. Neden olmasın? Annem hiçbir zaman çok sevmemişti babamı. E sevgilisi de doktor. Filmlerde olmuyor mu böyle şeyler! Ani kalp krizi deyip geçiştirdiler belki de!

Ve ayrılıklar bitmez öğütür. Ve gölgeler siner ömrüne kaçar kendinden. Babacığım keşke hayatta olsan da çınar ağacı gibi gölgende saklasan beni. Bitse bu ayrılık. Aslında ne de güzel bir şarkı. Babamdan ayrı olmak beni öğütüyor gerçekten. Ne kadar ihtiyacım var ona şu anda. 

İhtiyaç deyince annem aklıma geldi birden... Evlendiklerinin gecesi evden çıkıp tek başıma bir bara gidip neredeyse bayılana kadar içmiştim. Kendime geldiğimde barmen çocuktan beni eve götürmesini rica etmiştim. Eve geldiğimde “Sana ihtiyacım var!” diye anneme sarılmış, saatlerce ağlamıştım titreyerek. Annem ufak bir çocukmuşum gibi başımı okşayıp durmuş, bütün gün yanımdan hiç ayrılmamıştı. Evlendiği ilk günü mahvetmek için özellikle mi yapmıştım bilmiyorum ama o gün bana o kadar iyi gelmişti ki... O geceden sonra bir daha da hayatımdan hiç çıkarmadım içkiyi. Korktukça içtim, kaçmak istedikçe daha da çok içtim. İçkiden hayır görmediğim zamanlarda ilaçlara sığındım. Ha, bir de hayatıma giren çıkan ama her ne kadar çabalasam da bir türlü tutunamadığım günübirlik adamlara... Tutunamadığıma da üzülemedim hiçbirine. Onlar zaten bir gün elbet kayıp gideceklerdi elimden; ilk aşkım gibi, babam gibi...
 
Uf... O sabahki gibi titremeye başladım şimdi. Çıplağım diye üşüdüğümden mi yoksa psikoloğumun dediği gibi sinirsel mi? O da annem gibi yaşadığım her şeyi sinirlerime bağlıyor. Zaten bu psikoloğu da annem ayarladı. Kafam karışıkmış biraz güya. “Gel-git”’lerim varmış. Görmeyeceğim onu da artık daha fazla. Gayet iyiyim ben. İhtiyacım da yok ona ayrıca. Benimki tipik bir çocukluk travması işte. Sürekli konuşuyoruz bunları seanslarda. Erken yaşta tehlikeli bir ameliyat. Hemen sonrasında çok sevilen babanın ölümü. “Benim durumuma çok üzülüp öldü.” diye duyulan suçluluk hissi falan. Sonra anne evlenir. Çocuk anneyi paylaşmak istemez. Kıskanır. Anneyi paylaşmak istemez mi? Gerçekten kıskanmış mıydım annemi acaba? Halbuki benim varım yoğum babam diye düşünmüştüm hep. Zavallı babacığım. Neden bırakıp gittin beni. Neyse ne... Bunların hepsi geçmişte kaldı artık. Psikologluk bir şeyim yok benim! Annemle bir sorunum da yok artık.

“Alo, anne! Cep telefonum sessizde o yüzden açamadım.” Cep telefonumun nerede olduğunu bilmediğimi söyleyemedim. 
“Yok, iyiyim ben. Biraz başım ağrıyor anne.”
“Aldım ilaçlarımı tabii.”
“Tamam ihmal etmem. Hep alıyorum.”
“Almayınca kötü oluyorum, biliyorum anne. Sen hiç merak etme.”
“İçki falan içmedim. Biliyorum ters etki yapıyor.”
“Tamam anne.”
“Ben de seni anne!”

Telefonu kapadığımda sırayla önce yerdeki boşalmış viski şişesi gözüme çarpıyor. Sonra avuçlayıp hepsini yutmayı düşündüğüm, ama neden ve nasıl vazgeçtiğimi hatırlayamadığım, yarısı yere saçılmış sarı haplarım... Biraz ötede yer yer seyrelmiş eski kilimin üstünde açık duran, Sezen Aksu’nun “Firuze” albümü. Belli ki tüm gece aynı şarkıyı dinlemiş durmuşum. 

Yıllardan beri hep o hayali taşır sırtında bir yük misali. Sarar pişmanlık şöyle inceden. Yorgun, utançlı. Başlar yeniden... 

Battaniyenin altında kaybolmak istiyorum. Bir kez daha yorgun, belki bininci defa düşüncelerimden pişman. Pardon anne. Affet beni. Ben aslında seni seviyorum...