Her bölümün hikaye çizgisi şehrin farklı bir mahallesinde yaşanan “aşk”larla karşılaşmaya odaklanıyor ve o bölgenin ayırt edici niteliklerini ve karakterini ortaya koyuyor. Aşkın evrensel ifadelerini kullanarak kültürlerarası bir köprü kuran film aynı zamanda izleyiciyi eğitmeye ve eğlendirmeye yönelik bir amaca da hizmet ediyor. 

Antoloji filmlerinde her kısa filmin aynı derecede güçlü ve etkileyici olmasını beklemek zordur, nitekim bazı bölümler diğerlerinin çok üzerindedir. Rio, Seni Seviyorum antolojisinde Benbihy tarafından bir araya getirilen tanınmış yönetmenler (Andrucha Waddington, Paolo Sorrentino, Fernando Meirelles, Stephan Elliott, John Turturro, Guillermo Arriaga, Im San-soo, Carlos Saldanha, José Padilha ve Nadine Labaki) tarafından çekilen kısa filmleri değerlendirmek gerekirse bazılarının bir hayli iddialı, bazılarının sinir bozucu, bazılarının da biraz tuhaf ve hatta rahatsız edici olduğunu söylemek mümkün. Aşk, arkadaşlık, yalnızlık ve umut gibi evrensel duyguların işlendiği bu on film içinde Harvey Keitel’ın Rio’da film çekerken yoksul sokak çocuklarına yardım etme fırsatını yakalayan Amerikalı bir aktörü canlandırdığı ve İsa’nın kendisini Rio tren istasyonundaki ankesörlü telefondan arayacağına inanan yetim çocuğun (Cauã Salles) hikayesinin anlatıldığı, Labaki’nin yönettiği “The Miracle” (O Milagre) sevimli ve içten havasıyla kuşkusuz en etkileyici olanlardan biriydi. Serinin bir diğer dikkat çeken filmi Arriaga’nın Texas’ıydı. Geçirdiği araba kazası sonrasında tek kolunu kaybeden, bir zamanlar gelecek vaat eden bir boksör (Land Vieira) ve aynı kazada kötürüm kalan güzel karısına (Laura Neiva) bir yabancı (Jason Isaacs) tarafından sunulan ve üç karakterin de hayatını değiştirecek rahatsız edici teklifin hikayesinde performanslar sonra derece incelikli ve nitelikli, gerilim ve yarattığı duygusal etkileşim de dikkate değer bir düzeydeydi. Antolojinin tek diyalogsuz filminde yönetmen Fernando Meirelles’in müziği çok etkili ve akıllıca kullandığını görüyoruz. Filmde duyduğumuz, yoldan geçen insanların adımlarına ve hareketlerine uygun müzik ritimleri karakterlerin kimlikleri hakkında ipucu veren niteliktedir. Hikayede uzaktan gördüğü bir kadına aşık olan Vincent Cassel yanından geçen insanların eklektik karışımından ilham alan bir kum heykeltraşını canlandırır. Rio’nun sahil şeridini ve onu gezdiren ayakları benzersiz bir kuşbakışı bakış açısıyla sunan filmde baştan sona var olan ritmik yapı izleyiciyi hem görsel hem de işitsel olarak etkileyerek sahnelerin daha canlı ve akılda kalıcı olmasını sağlar.  Cassel Rio’nun çeşitli insanlarını ve onların hikayelerini yansıtarak izleyiciye derin bir duygusal deneyim yaşatırken, Meirelles müziği ve görsel teknikleri etkili bir şekilde kullanarak diyalogsuz bir hikayeyi güçlü ve etkileyici bir şekilde anlatmayı başarmıştır. 

Serinin bazı filmleri yoksulluğu izleyici rahatsız etmeyen ve hatta mizah içeren bir tonla ele alır. Andrucha Waddington’un yönetmenliğini yaptığı “Dona Fulana” sokaklarda yaşamayı tercih eden filozof bir kadının (Fernanda Montenegro) hikayesini anlatır.  Hayata dair derin düşüncelere sahip karakter evsiz olmayı bilinçli bir seçim olarak görür ve neşeli tavırlarıyla izleyiciyi hem iyi hissettirir hem de düşündürür. Bu kısa hikayede Waddington yoksulluğu dramatize etmek yerine karakterin yaşama sevinci ve felsefi yaklaşımıyla yoksulluğa dair farklı bir bakış açısı sunar. Koreli yönetmen Im Sang-soo’nun yönettiği, yaşlı bir vampir garson ile aşık olduğu fahişenin tuhaf hikayesi “The Muse” (A Musa) ise fahişeleri seksi ve çekici vampirler olarak tasvir eder. Rio’nun gece hayatının egzotik ve baştan çıkarıcı yönlerini vurgulayan hikayede vampirler müşterilerini büyülerken şehrin gizemli atmosferini de gözler önüne serer. Bu yaklaşımla Im, yoksulluğu ve hayatın zorluklarını karanlık bir masalsı anlatımla harmanlar. 

Antolojinin diğer filmlerini takip eden final sahnesinde Rio de Janeiro şehrinin üzerinde yelken kanatla uçan karakter ise hepimizin yakından tanıdığı bir isimdir. Rio de Janerio’nun görkemli gözlemcisi Kurtarıcı İsa’nın heykelinin etrafında süzülen, Narcos’un Wagner Moura’sı bir yandan kaybettiği aşkının özlemiyle Tanrı ile tartışırken biz seyirciler de bu kızgın adamla beraber şehrin pitoresk manzarası eşliğinde beklenmedik bir gezide buluruz kendimizi.

Rio de Janerio’nun dağları, iç ve dış mimarisinden kareleri, futbol oynayan çocukları, müzisyenleri, plajları ve kartpostalı aratmayan manzaralarından oluşan bir dünyaya pencere açan Rio, Seni Seviyorum antolojisinde hikayeler her ne kadar iç içe geçmiş gibi sunulsa da aslında çok az karakterin birbiriyle bağlantılı olduğunu ve her filmin genellikle ana hikayeden bağımsız olarak kendi gerçeküstü ortamında ya da kasvetli evreninde var olduğunu görüyoruz. Zaten filmin en dikkat çekici özelliklerinden biri her hikayenin kendi başına bağımsız bir yapıya sahip olmasıdır. Bu bağımsızlık, yönetmenlerin kendi yaratıcı vizyonlarını ve tarzlarını özgürce ifade etmelerine olanak tanır. Hikayeler tematik olarak birbirine gevşek bir şekilde bağlı olsa da her biri Rio’nun farklı bir yönünü yansıtır ve filmin genel atmosferi şehrin benzersiz kültürel dokusunu, enerjisini ve yaşam dolu sosyal yapısını izleyiciye başarılı bir şekilde aktarır. 

Kl. Psk. Şehnaz Tuna 
26 Mayıs 2024